Edit: Yazının pdf sayfaları şeklinde olan önceki halinin okumakta zorluk yarattığını dile getiren eleştiriler sonrası metnin orijinal halini aşağıya ekledim. Keyifli okumalar...
Günce sayfasını hazırlamaya başladığım 2018'den bu yana özgün yazılar yazmaya çalışırken, çeşitli dergilerde yayımlanan gezi yazılarıma hiç yer verdiğimi fark ettim. İlki, biraz da gündeme hitap ettiğinden, 2006 yılının Haziran sayısında Kamil Koç firmasının "Yolculuk Dergisi"nde çıkan Norveç yazım oldu. Bundan sonra ara ara bu yazıları burada sizlerle paylaşmaya devam edeceğim. Yazıyı sayfadaki haliyle okumak için fotoları büyütmeniz yeterlidir. Yine de okuma konusunda zorluk çekenler sayfanın alt kısmına koyduğum pdf halini okuyabilirler. Esenlikle...
Fiyort turu - Norveç
Yaz aylarında kuzey ülkelerini ziyaret edenler için en sıradışı ve bazen de rahatsız edici bir durum olarak, günün ilerleyen saatlerine rağmen güneşin hiç batmayacakmış gibi etrafı aydınlatmaya devam etmesini söyleyebiliriz. İlk karşılaştığınızda, sizi gerçekten hem fiziksel hem de ruhsal yönden etkileyen bir durumdur bu. Hava karardığında, ki yazın bu durum tam anlamıyla hiç oluşmaz, sanki günlerdir uykusuzmuşsunuz gibi hissedersiniz. 24 haziran yılın en uzun günüdür ve gündüz görmeye alıştığınız güneş, gece yarısında da kendini göstermeye devam eder. Hatta kutup çizgisinden daha kuzeydeki bölgelerde, kutba yaklaştıkça, 6 ay gündüz dönemi yaşanır. Tüm bu bilgiler neticesinde ve önceki gelişimden edindiğim tecrübe ile biyolojik saatimin şaşıracağını bildiğimden, aktarma yaptığımız Münih’te güzelce kestirmeyi ihmal etmiyorum bu sefer.
Geçen gelişim gibi bu gelişim de iş amaçlı. Ancak, bu sefer ülkeyi olabildiğince gezmeyi kafama koymuştum. İlk olarak Norveç’in orta büyüklükteki kentlerinden Lillehammer’a gidiyorum. Bu adı, sporu yakından takip edenler, 1994 Kış Olimpiyatlarının yapıldığı yer olarak ta hatırlayabilir. Kış sporlarına uygun olmasından dolayı turistik bir kent özelliği taşıyan Lillehammer’da yazlar o kadar popüler değil. Ancak, yanıbaşına kurulduğu Mjosa gölü sayesinde, yazları bir sayfiye kenti havasına da bürünebiliyor. Kent merkezinde, dünyaca ünlü ve ödüllü “Storgata” caddesi bulunuyor. Burası yüzlerce küçük dükkanın yan yana dizildiği, oldukça otantik bir yaya yolu. Norveçliler bu sene, 1905 yılında İsveç’ten ayrılmalarının ve bağımsız olmalarının 100. yılını kutluyorlar. Kutlamaların bir hafta süreceğini söylüyorlar. Storgata caddesinde de kutlamalar gerçekleştirilmekte ve caddenin ortasında yer alan müzenin bahçesinde verilen bir konser ortamı bir anda ısıtıyor.
Günler ilerliyor ve bu muhteşem güzellikleri görmeye daha da yaklaşıyorum. Ancak son anda gelen bir haberle, hafta başında Türkiye’deki bir başka toplantıya katılmam gerektiğini öğreniyorum. Bu güzellikleri görmek bu sene de nasip olamayacak diye arkadaşlara dert yandığım bir sırada, geçen sene Türkiye’de bir eğitim sırasında tanışıp, iyi ahbap olduğum Thor - 50’li yaşlarda, görünümü tipik Norveç’li diyebileceğim oldukça muhabbet biri - eğer istersem, haftasonu dünyaca meşhur Norveç fiyortlarını da içeren hızlı bir gezi yapabileceğimizi söylüyor. Böyle bir teklif karşısında önce şaşırıyorum. Bana, önceki sene Türkiye’ye geldiğinde kendisine şehri gezdirip, rehberlik etmemden çok etkilendiğini ve bana böyle teşekkür edebileceğini söylüyor. Ne denebilir ki, “Körün istediği bir göz, Allah verdi iki göz”.
"Fiyort - fjord" kelimesi, iskandinav dillerinden gelmekte ve "denizin dar kolu" demek. Daha buzul çağında, dev buz kütleleri, deniz seviyesinden daha düşük bir noktadan karaları adeta yırtarak ilerlemiş ve buralarda kendine yer edinmiştir. Zamanla buzulların erimesi sonucu oluşan vadilerin zemini, deniz suyu ile dolmuş ve fiyortlar oluşmuştur. Fiyortların uzunlukları yüzlerce kilometreyi, derinlikleri ise binlerce metreyi bulabilir. Kendi içinde daha küçük kollara da ayrılabilen bu fiyortlardan, Grönland'da yer alan ve uzunluğu 350 km.yi bulan Scoresby Sund'dan sonraki en uzunları Sognefjord (203 km.) ve Hardangerfjord (179 km.) Norveç'te bulunmaktadır.
Cuma akşamüstü Lillehammer’dan yola koyulup, Thor’un yaşadığı yer olan, başkent Oslo’ya gidiyoruz. Akşam yemeğinden sonra bir Norveç haritası açıp, hangi yollardan gidebileceğimizi planlıyoruz. Planı iyi yapmamız lazım çünkü pazartesi günü toplantıya yetişebilmem için, pazar öğleden sonraki dönüş uçağını kaçırmamam gerek. Yani sadece 1,5 günüm var ve Norveç oldukça büyük bir ülke. Yine de ülkeyi, özellikle de fiyortları görme heyecanı ağır basıyor.
Başkent Oslo’yu gezmeyi sonraya bırakıp, cumartesi sabah erkenden yola koyuluyoruz. Hava çok güzel ve doğa adeta insanı kendisine katılmaya davet eder gibi tüm güzelliklerini gözler önüne sermiş. Şehir dışına çıktığınızda, kırsal bölgede geniş bir alana dağılmış müstakil evler ve küçük kiliseler göze çarpıyor. Özellikle “Stave Church” denilen kiliseler ahşaptan yapılmış orijinal görünümleriyle dikkat çekiyor. Genellikle ortaçağ döneminde inşa edilmiş bu kiliseler, başta ülke çapında 1200 adet civarındayken, ahşap yapısından dolayı günümüzde ancak 30 kadarı, o da restore edilerek, ayakta kalabilmiş (Fotoğraftaki örnek 1150 yılında inşa edilmiş ve 1758’de restore edilmiş olarak günümüze kadar gelebilmiş).
Dağlık coğrafyaya sahip yol vermeyen kesimlerde yollar tünellerle birleşiyor. Bu arada dünyanın kara üzerindeki en uzun tünelinden geçiyoruz. Tam 24,5 km uzunluğunda. Geçmek o kadar çok zaman alıyor ki, sürücüler tüneli geçerken kötü hissetmesin diye, belli noktalarda suni aydınlatmaya sahip park yerleri yapılmış. Az sonra fiyortları görebileceğimiz ilk nokta olan Flåm’a yaklaşıyoruz. Burası özellikle, fiyortları gezdiren “cruise – (gemi yolculuğu)” turlarıyla gelenleri ağırlayan bir kent ve ülkenin en büyük fiyortu olan Sognefjord’un en uç noktasında yer alıyor. Thor, burada turistler için özel olarak hazırlanmış, eğlenceli bir tren gezisine katılmakta mümkün. Biz de bu fırsatı kaçırmıyor ve tura katılıyoruz. Tren, dağların arasında, muhteşem doğa güzellikleri arasında, yaklaşık 20 km yol alıyor ve 860 rakımlı Myrdal’a varıyor. Bir yandan etrafı izlerken, bir yandan da yapılan anonslarla rehberin yolcukluk sırasında göreceklerimiz hakkındaki bilgilendirmelerini dinliyoruz. Bir anda kendimi, bir sağ pencereye bir sol pencereye yanaşarak, bu güzelliklerin hiçbirini kaçırmama çabası içinde buluyorum. Bir su ülkesinde olduğumuzu hatırlatan, muhteşem görüntülere sahip şelaleleri izliyoruz. O sırada, tam 140 metre yükseklikten dökülen, bölgenin en büyük şelalesi “Kjosfossen Şelalesi”ni göreceğimiz söyleniyor anonstan. Thor küçük bir ekleme yaparak, bunun ülkenin en büyüğü olmadığını söylüyor. Aniden genişçe bir şelalenin yanında duruyoruz. O sırada, yine anonstan, küçük bir gösteri izleyeceğimiz söyleniyor. Gösteri, gizemli ve yaramaz “Huldra”ları konu almakta. Huldralar güzellikleri ve yaramazlıklarıyla meşhur genç kızlardır ve kuyruklu insan görünümündedirler. İnsanlarla biraradayken kuyruklarını saklarlar ve onları cezbetmeye çalışırlar. Çünkü eğer bir insanı evlenmeye ikna ederlerse kuyruklarından kurtulacaklardır. Ancak içlerindeki fesat yaratık kaybolmamaktadır ve kocası ona yeterince iyi davranmazsa çok çirkin ve kötü huylu bir yaratığa dönüşebilir. Artık bu evlilik, adam için sonsuza dek bir acıya dönüşür. Bu efsaneyle gençlerine şu dersi öğütlemek istemişler: Erkekler karşınıza çıkan güzel kızlara dikkat edin! Yoksa her an kendinizi bir huldra ile evlenmiş bulabilirsiniz ...
Bu masalsı tren yolculuğunun ardından yolumuza devam ediyor ve ikinci büyük fiyort olan Hardangerfjord’a (179 km) geliyoruz. Bundan sonraki kısmı feribotla geçmek zorundayız. Thor’a yolun devamında arabayı sürebileceğimi söylüyorum. Yorulmadığını ve gayet iyi olduğunu söylüyor. Dediğine göre, üniversite yıllarında taksi şoförlüğü yaptığı için gün boyu direksiyon sallamaya alışıkmış. Ayrıca, feribotta da dinlenebileceğini söyleyince ısrar etmiyorum, ama yolun geri kalanında da her ihtimale karşı gözümü üzerinden ayırmıyorum.
Feribotla ilerlerken, dağların dik yamaçlarına kurulmuş bir çiftlik dikkatimi çekiyor. İnsanların yaşamak için böyle zor bir yeri seçmesi aklıma pek yatmıyor. Nasıl yaşadıklarını sorunca, bu tip çiftliklerde tavuk, hayvan yemi olarak kullanılmak üzere ot ve bir de çiftliğin bulunduğu yamacın denizle bağlandığı noktada balık yetiştirdiklerini öğreniyorum. Bu şekilde yaşayan çiftçiler, mallarını satabilmek için öncelikle ipten yapılmış merdivenlerle sahile inmek ve yüklerini deniz motorlarına doldurup, kentteki pazara ulaştırmak zorundalar... Feribottan indiğimiz noktada, planladığımız rotayı hemen hemen yarılamış oluyoruz. Ülkenin en büyük şelalesine gelmeden önce, yine bir dağın içinden tam bir daire çizerek yükselen bir başka ilginç tünele giriyoruz. Gerçekten de, bu yapılar ülkenin sahip olduğu ileri teknoloji ve sanayinin bir ifadesi gibi. Henüz tünelden çok uzaklaşmamıştık ki, Voringfossen şelalesini görüyoruz. 180 metresi serbest düşüş olmak üzere, 300 metrelik dik bir yamaçtan dökülüyor. Hakikaten muhteşem!
Yolumuzun üzerinde şimdi de Hardanger Milli Parkı yer alıyor. Çok büyük bir arazi. Yüzölçümü ülkenin üçte birine yakın bir alanı kaplamakta. Yazın ortasında olmamıza rağmen her tarafın kar ve buzla kaplı olduğu bu görüntü, kutba çok yakın olduğumu bana tekrar hatırlatıyor. Bu sırada Thor, eğer şanslıysak etrafta Ren geyiği sürüleri görebileceğimizi söylüyor. Ren geyikleri gruplar halinde yaşıyor ve özellikle bu bölgede bolca görülen bir çeşit kaya yosunuyla besleniyorlar. Çevreyi dikkatlice inceliyorum ancak etrafta olduklarına dair herhangi bir iz göremiyorum. Az ilerde, yolun kenarında, “Laponlar” olarak da bilinen “Sami” halkına ait bir kaç ev görüyoruz. Şekil olarak bir eskimo “iglo - (buz ev)”sunu andırsa da, yapı olarak daha çok bizim kerpiç evlere benziyor. Yerel bir halk olan Samiler, özel statüye sahip azınlık olarak kabul edilmişler ve yaşadıkları ülkeler olan İsveç, Norveç, Finlandiya ve Rusya arasında serbest dolaşım hakkına sahipler. Büyük oranda göçebe olan Samiler günümüzde 85-100 binlik bir popülasyona sahipler ve Ren geyiği yetiştirip, balıkçılık ve çiftçilik yaparak geçiniyorlar.
Dedim ya, Norveç sanki bir su ülkesi; yol boyunca çok sayıda nehir ve şelale görmeye devam ediyoruz. Thor’un dediğine göre, ülke petrol ve doğalgaz yönünden oldukça zengin olmasına rağmen, temel enerji kaynağı olarak su kullanılmakta; petrol ve doğalgaz ise mümkün olduğunca tüketilmeyip, kötü günler için biriktirilmekte. Bu kadar zenginlik ve refah içinde yaşarken bile, kötü günlerin hesabını yapıyor olmaları, bulundukları durumu ne kadar da hakettiklerini anlamama yardımcı oluyor...
Nehirler boyunca pek çok baraj inşa edilmiş. Barajların idaresi ise şehir yönetimlerinde. Bir şehir, bir başka şehre ve hatta ülkeye elektrik satabiliyor. Elektrik bu kadar bol olunca, haliyle de evlerde her türlü enerji elektrikten sağlanıyor.
Yolculuğumuzun sonuna yaklaşırken, pek çok farklı noktada kurulmuş karavan kamplarının yanından geçiyoruz. Burada kampçılık, özellikle de karavancılık oldukça popüler. Aileler tatillerini, karavanlarına atlayıp, doğayla başbaşa kalabilecekleri yerlerde geçirmeyi tercih ediyorlar.
Yaklaşık 18 saat ve 1500 km. aralıksız süren araba yolculuğumuzun sonunda Oslo sınırlarına girmiş bulunuyoruz. Güzelliklerle geçen, muhteşem bir günün ardından, beni ne gibi rüyaların beklediğini görmek ve yarınki gezide yine zinde olabilmek için hemen uykuya dalıyorum...
Pazar gününü, planladığımız gibi, uçuş saatine kadar şehri gezmekle geçiriyoruz. Aslında yeterince zamanımız olsaydı, araba yerine, belediyenin şehri gezmek için kiraladığı bisikletleri kullanmayı tercih ederdim...
İlk durağımız ‘National Museum – (Ulusal Müze)’. Ana binada, Oseberg’te 1867-1904 yılları arasında yapılan kazılarda ortaya çıkarılan, biri oldukça köhne 3 adet ‘Viking gemisi’, bu gemilere ait bir ‘filika’ ve bir de ‘ölü gömme odası’ sergilenmekte. Gemilerin burun kısımlarında, filmlerde gördüğümüz gibi ejderha kafaları değil, üzeri işlenmiş helezonik şekiller kullanılmış. Diğer bir bölümde, dünya çapında pek çok müthiş keşfe imza atmış Norveç’li kaşiflere ait keşif araçlarını ve hikayelerini görme imkanı buluyoruz. Bunlardan bir tanesi, diğer tüm gemilerden daha kuzeye ve daha güneye giden FRAM adlı buzkıran gemisi. Bu geminin hikayesi oldukça ilginç: Fram’ın kaptanı ‘Fridtjof Nansen’ (1861-1930) 1893 yılında Kuzey Kutbu’na doğru hareket ediyor. 86. paralele çok yaklaştığında gemi buzlara sıkışıyor. Bir arkadaşıyla beraber, yanlarına yeterince erzak ve bu erzakları taşıyabilmeleri için köpekli kızaklarını da alarak yola devam etmeeye karar veriyorlar. Ancak bir süre sonra bu şekilde başaramayacaklarını anlayıp, gemileri de sıkıştığı için, direkt Norveç’e geri dönmeye karar veriyorlar. Böylece, yürüyerek 1896 yılında Norveç kıyılarına varıyorlar. Bu yolculukları 1 yıl kadar sürüyor. Bu arada geminin sıkıştığı buzlar eriyor ve gemi de hemen hemen aynı zamanlarda, sadece 7 gün farkla Norveç kıyılarına varıyor. Nansen daha sonra, 1.Dünya Savaşı yıllarında Sovyetler, Yunanistan ve Türkiye’de savaştan zarar gören mülteciler için düzenlediği yardım programıyla 1922 yılında Nobel Barış Ödülünü almaya hak kazanıyor. Bu arada Fridtjof’un başarıları, daha sonra Güney Kutbu’nu keşfedecek ilk insan olan ‘Amundsen’e de ilham kaynağı oluyor. Norveç’li bir başka ünlü kaşif ‘Thor Hayerdahl’ ise, Güney Amerika’dan, Pasifik Okyanusu’ndaki Paskalya adalarına “balsa” ağacından yaptığı tekneyle ulaşarak, çok eski dönemlerde de bu adalara gelinebilecek yeterli teknoloji olduğunu kanıtlamış ve belki de burada yer alan ve kimin tarafından yapıldığı hala kesin olarak bilinmeyen dev heykellerin sırrını çözecek adımı atmıştır. 18 Nisan 2002’de ölmeden önce okyanuslardaki kirliliğe karşı pek çok savaş vermiş ve keşif denemeleri boyunca okyanuslardaki kirlenmeyi de gözlemlemiştir.
Müze ziyareti bittikten sonra, şehrin tam göbeğindeki; 20 metre monoblok granitten yapılma bir dikilitaş ve bronzdan yapılmış pek çok heykelin süslediği, peyzaj harikası ‘Gustav Vigeland Park’ı geziyoruz. İnsanların, şehir ortamından bunaldığında kendilerini atıp, dertlerinden uzaklaşabilecekleri bir yer burası. Parktan ayrılıp da havaalanına gitmeden önce son olarak Oslo limanını görme imkanımız da oluyor. Ortalık bir cümbüş alanı gibi. Zaten başkent Oslo 500binlik nüfusuyla, 4,5 milyonluk Norveç’in en kalabalık kenti olma özelliğini de taşıyor ama kalabalığın asıl sebebi bağımsızlık kutlamaları. Bu çerçevende limana, davetli olarak pek çok yabancı ülke donanmasına ait gemi de gelmiş. Bir an kalabalık bir topluluk dikkatimizi çekiyor ve merakımızı yenemeyip de bakınca, Alman donanmasından denizcilerle, Norveçli denizcilerin halat çekme yarışmasına tanık oluyoruz. Eğlenmek için de olsa, işi gerçekten ciddiye aldıkları suratlarının her halinden belli. Ayrıca, limandaki pazar yerinde gördüğüm ve üzerinde değişik deniz ürünlerinin sergilenen küçük bir tezgah da oldukça dikkat çekiyor.
Yaşanabilirlik sıralamasında dünyada ilk sıralarda olan ve sahip olduğu doğal güzellikleriyle bir masal ülkesindeymişsiniz hissi veren bu ülkeden; bu masalı tekrar yaşamak üzere, kendimi ilk fırsatta tekrar geleceğime dair avutarak ayrılıyorum.
Comments